Londra Kitap Fuarı’nın en ilginç oturumlarından biri Lisa Appignanesi’nin yönettiğiydi. Oturumda yer alan yazarlardan biri olan Mario Levi yıllar önce kendisini bir erkek Şehrazat olarak gören okurundan bahsetti. Okurunun bu yorumuna ‘Şehrazat ölmemek için anlatıyordu’ diye cevap vermiş yazar. Okuru da ona ‘Ben de zaten bunu söylemek istiyordum’ demiş.
Bu noktada Türkiye gibi çok kimlikli bir ülkede farklı kimliklerle yazmanın ne anlama gelebileceğini de dile getirdi Levi. Elbette son derece önemli bir konunun da altını çizdi: ‘Türkiye’de bugün birçok konuyu konuşabiliyoruz, birçok konuyu da konuşamıyoruz; bazı soruları sorabiliyoruz, bazılarını soramıyoruz.’
‘Çok yolumuz var’
Yazar, yaşadığı farklılığın üç anadilli bir büyüme sürecine denk düştüğünü söylerken, bunun üç farklı kök, aynı zamanda üç farklı insan demek olduğunu da belirtti. Bu noktadaysa vatandaşlık tanımlamasına hiç girmediğini, bunun edebiyatın sınırlarını aşacak bir boyut olduğunun altını çizdi.
Ona göre yeni bir vatandaşlık tanımına ihtiyacımız vardı, şu an sadece bir şeyler soruyorduk ve önümüzdeki yol çok uzundu.
“Anneannem” kitabı ile tanıdığımız avukat Fethiye Çetin ise insanları tek bir kimliğin içine hapseden bir ulus devlet fikrinden bahsetti. İnsanları Türk olmak, Müslüman, üstelik de Hanefi Müslüman olmak gibi bir kalıbın içine sokan bu yapıdan bahsederken bunun kendi ailesinin kıyılarına nasıl vurduğunu anlattı. Anneannesinin geçmişte Müslüman değil Hristiyan olduğunu çok geç öğrendiğini, bu yüzden o güne kadar avukat olarak yazdığı dilekçeleri bir yana bırakıp bu öyküyü yazmaya karar verdiğini söyledi. Anneannesininkine benzeyen o kadar çok büyükanne, dede ve nene hikâyesi vardı ki... ‘Sonunda hatırlamaya başladık’ dedi. ‘Hatırlayarak kimlikleri keşfetmeye.’
İçimizdeki denge
Buna karşın kimlik sorununun böyle bitemeyeceğini, kitabını yazdıktan sonra kendisiyle röportaj yapanların ‘bu gerçeği öğrendikten sonra aslında mutlaka bir kimlik bunalımı yaşamışsınızdır’ diyerek onu yine farklı bir kimliğin içine itmeye çalıştığını da içtenlikle paylaştı bizlerle. Ve yine aynı içtenlikle ‘hayır’ dedi. ‘Böyle bir bunalım yaşadığımı hatırlamıyorum.’
Ona göre kültürlerimiz melezdi ve bunu küreselleşen dünyanın fark etmesi hâlinde bir dengeye ulaşmak mümkün olacaktı. O, içindeki dengeyi böyle bulmuştu çünkü. Ayrıca ona göre bu keşfin varacağı yer bambaşka bir düzlem olacaktı. Belki barıştı bunun adı, belki çok daha ötesi...
Kimliklerin yeni kimlikler ve kimlik bunalımları yaratmayacağı bir dünyanın özlemini çekerken edebiyat, dil ve kültürün bu eşiği aşmadaki katkısı, etkisi ya da etkisizliğini gelecek günler gösterecek elbette. Ama biz yine de buradan insanları tutsak kalıplardan çıkarırken yeni kalıplar içersine sokmaya eğilimli küresel dinamiklere dikkat çekmiş olalım ve insan olmanın özümüzde en temel payda olduğunu yineleyelim.
Bunu hatırlayabilirsek geçmiş ve geçmişin içindeki birçok şeyle barışabilmek ve yolumuza farklı bir tatla devam edebilmek umduğumuzdan da kolay olabilir. Ve Türkiye bunu çoktan hak etmiş bir ülke!